Kâinât’ın Efendisi (s.a.v.) Bu Âlemde Cân İdi Hz. Fâtımada (r.anhâ) Cânda Cânân İdi

08 Haziran 2020, 14:02
Ne kadar bahsedilse de Hz. Fâtıma’dan (r.anhâ), hep kısır kalacaktı anlatılanlar... Zira Hz. Fâtıma’yı (r.anhâ) Fâtıma yapan kendisiydi, onu görmeden onu anlatmak ise yetersizdi...

 Hz.Fâtıma (r.anhâ) Allâh’u Teâlâ’ya dayanmış, sa’ye sarılmış ve hikmete râm olmuştu. Herkes dünyanın heves ve keyfinin peşine düşerken, o ilmin ve erdemin peşinde hayat sürüyordu.

 Layık olmayana nurlar saçılmazdı şüphesiz. Hz.Fâtıma (r.anhâ),tarih sahnesinde öyle bir hayat sürmüştü ki daha dünyadayken pek çok faziletlere mazhar olmuştu.

 Kısa bir ömre; sabırla nakışlanmış, meşakkatle olgunlaşmış, iffetle abideleşmiş ve takvayla taçlanmış bir hayat sığdırmıştı. Bir insan düşünelim vahyin geldiği evde, davet mücadelesinin merkezinde, Efendimiz (s.a.v.) ve Hz. Hatîce (r.anhâ), annemiz gibi insanlığın en faziletli baba ve annesinin terbiyesi altında mükemmel bir hanım olarak yetişmişti. Hikmeti ilâhî, ona Rasûlullâh’ın (s.a.v.) neslini devam ettirme şerefini takdim etmişti. Her yönden en seçkin sahabelerden biri olan Hz. Alî’nin (r.anh) hanımı ve Cennet efendileri; Hz.Hasan ve Hz.Hüseyin’in (r.anhumâ) annesiydi.

   Bu dünyada en büyük saadetlerden biri Efendimiz’in (s.a.v.) müjdesine nail olmak değilmiydi. İşte O, Efendimiz’ den (s.a.v.) “Fâtıma kıyamet günü cennetteki kadınların hanımefendisi olacaktır.”Müjdesine nail olmuştu.(Zehebî, Siyerü Alâmü’n-Nübelâ, 4467)

  Cennet hanım efendisi Hz.Fâtıma’nın (r.anhâ) hayatından bir tutam bahsedeceğimiz yazımız, bizlere hakiki ruh inceliğine sahip bir mü’minin pek çok meziyetlere sahip olabileceğini telkin edecektir.

   Hz.Fâtıma (r.anhâ), yeryüzünün kaderini değiştirecek nübüvvet güneşinin dünyaya doğmasından beş sene önce dünyaya teşrif etmişti. O, risâlet davasını bir anne gibi sahiplenen Hz. Hatîce (r.anhâ) annemizin beşinci evladıydı. (Sîre,1: 202)

   Onun dünyayı tanımaya çalıştığı hayatının ilk seneleri, İslam davasının en sancılı dönemiydi. Yürekleri çölleşen Mekkeli müşrikler, İslam davasını sırtlayan herkese düşman kesiliyordu. Müslümanlar, ciddi bir sabır imtihanından geçiyorlar ve aziz dava uğruna alın terleri döküyorlardı. Şüphesiz bir dava ne kadar kıymetli ise bedeli o kadar ağırdı, temelinde alın teri ve gözyaşı olmayan hiçbir dava kalıcı değildi. İşte böyle zorlu bir dönemde Hz. Fâtıma (r.anhâ) filizleniyordu...

  Takvimler, Risalet’in 10. senesini gösteriyor ve tarihte hüzün yılı diye kayda alınan iki hadise vukû buluyordu. Resûlullâh’ın (s.a.v.) iki hamisi (koruyucusu); biri Hz. Hatîce (r.anhâ) annemiz, diğeri amcası Ebû Talib, dâru el-bekâya irtihal ediyor ve Resûlullah  (s.a.v.)   hüzne gark oluyordu.

   Bu çetin mücadele günlerinde hanımının ve amcasının yokluğunda derin bir ızdıraba düşen Rasûlullâh (s.a.v.), “Neredesin beni koruyan amcam ve neredesin beni şefkatli kolları arasına alan Hatîce’m?” diye onları her dâim yâd ediyordu.

   Akıl tutulmasına uğramış Mekkeli müşrikler, bu davanın önüne set koymak için ellerinden geleni yapmaya devam ediyorlardı. Peygamberimizin (s.a.v.) yürüdüğü yollara dikenler serpiyor, yüzüne topraklar saçıyorlardı. Yüreksel kuraklığa uğramış nasipsizler, âlemlere rahmet olana bir karış toprağı çok görüyorlardı. Olup bitenler, Hz.Fâtıma’nın (r.anhâ) ruhunda derin izler bırakıyor. Sinesini ummanlar gibi açıyor ve babasını bir anne gibi korumaya başlıyordu.

   Hz.Fâtıma’nın (r.anhâ) bu tutumundan Peygamberimiz (s.a.v.) hayli müteessir olmuş ve kızına Ümmü Ebîha (babasının annesi) lakabını takmıştı.(İbn Hacer, İsâbe, 11579)

   Yine böyle bir gündü... Rasûlullâh (s.a.v.) duyguları ve düşünceleri kirli Mekkeli müşriklerin sözlü ve fiili saldırılarına uğramıştı. Üstü başı toz toprak içinde eve dönmüştü. Onu karşılayan Hz. Fâtıma (r.anhâ) boynuna sarılmış, bir yandan hıçkıra hıçkıra ağlıyor, bir yandan da sevgili babasının üstündeki tozu toprağı silmeye çalışıyordu. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Yüce Peygamber, şefkatli baba, kalbi mahzun yavruyu şu tatlı sözlerle teselli ediyordu: “Korkma yavrum! Allâh, babanı koruyacaktır.”(Sîre, 2: 58)

   Rasûlullâh (s.a.v.), evlatlarının hepsini sevmişti mutlaka ama Hz. Fâtıma’ya (r.anhâ) bir başka muhabbet besliyor, adeta onu nakış nakış işliyor ve bir gül goncası gibi istikbale hazırlıyordu. Onun kendi mübarek neslini devam ettireceğini ve Ehl-i beyt olma şerefine nail olacağını hissediyor, kıyamete kadar gelecek o mübarek neslin şefkatiyle Hz. Fâtıma’nın (r.anhâ) üzerine tir tir titriyordu. Ona sevgisini şöyle izhar ediyordu:“Fâtıma benden bir parçadır. Onu sevindiren beni sevindirmiş, onu üzen beni üzmüş olur.” (İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, 7175.)

  Sevmek bir bakıma sevdiğine benzemektir. Hz. Fâtıma (r.anhâ) yalnızca bedenen değil, babasına olan yoğun sevgisi hasebiyle de ona ahlâken; hal, hareket ve yaşantısı ile de benziyordu.

  Hz.Âişe (r.anhâ), gözlemlerini şu sözlerle dile getirmişti: “Sözleri ve konuşması Fâtıma’dan daha fazla Rasûlullâh’a  (s.a.v.) benzeyen birini daha görmedim. Hz. Fâtıma (r.anhâ) yanına gelince, Rasûlullâh (s.a.v.) ayağı kalkar, onu öper ve “Hoş geldin kızım!” diyerek karşılardı. Babası onun yanına vardığında, Fâtıma da babasını aynı şekilde karşılardı.” (Zehebî, Siyerü Alâmü’n-Nübelâ, 4467.)

Hz. Fâtıma’nın  (r.anhâ) Evliliği

  Hz.Fâtıma (r.anhâ), her hâliyle Resûlullâh’ın (s.a.v.) kızı olduğunu gösterecek vasıflara ve meziyetlere sahip, her yönden donanımlı bir şahsiyetti.

  Sahabeler, onun üstün vasıflarını biliyorlardı. Resûlullâh’a (s.a.v.) daha yakın olmayı, o şerefle şereflenmeyi arzuluyorlar ve Hz. Fâtıma (r.anhâ) ile evlenmek istiyorlardı.

  Peygamber efendimiz (s.a.v.), ise teklifleri nazikçe reddediyor ve “Kızım Fâtıma hakkında Allâh’ın kararını bekliyorum.” buyuruyordu.

  Hz.Ömer’de (r.anh) isteği reddedilenlerin arasındaydı. Aldığı menfi cevap üzerine Hz. Alî’ye (r.anh) şöyle dedi: “Ey Alî, anlaşılan o ki Fâtıma senin olacak.” (Üsdü’l-Gâbe, 5: 523.)

  Hz.Alî (r.anh), o bahtiyarın kendisi olmasını istiyordu ama bunu nasıl dile getirebilirdi ki? Nereden başlamalıydı, cesaretini nasıl toparlamalıydı, kendini nasıl ifade etmeliydi? Bu gibi sorular zihnini meşgul ediyorken nihayet bir gün kararını vermişti. Ümitlerini yüreğinde taşıyarak, Hz. Fâtıma’yı (r.anhâ) istemek üzere Kâinatın Efendisi’nin yanına gitti. Ancak huzuruna girdiğinde lügatındaki tüm kelimeler adeta silinmişti. Resûlullâh (s.a.v.), Hz. Alî’nin (r.anh) bu ruh halinden isteğini anlamış ve şöyle buyurmuştu:

   “Bir ihtiyacın mı var ey Alî?”

  Hz.Alî’ye (r.anh) adeta sükût çökmüştü.  Resûlullâh’ın (s.a.v.) aynı soruyu üç defa tekrarlamasına rağmen Hz. Alî (r.anh) cevap verememişti.

  Sonunda Peygamberimiz (s.a.v), ‘Öyle sanıyorum ki, sen Fâtıma’yı istemek için geldin!’ buyurdu. Söyleyeceklerini Resûlullâh’ın (s.a.v.) ağzından duyunca Hz. Alî’nin (r.anh)  gönlü inşirahla dolmuş ve sadece ‘Evet’ diyebilmişti.

Efendimiz (s.a.v) ‘Mehir olarak verebileceğin bir şeyin var mı?’  buyurdular.

  Hz.Alî (r.anh)  ‘Hayır, yok Yâ Resûlullâh.’ dedi.

  ‘Benim sana kuşandırdığım bir zırh vardı, o nerede ?’  buyurdular.

  ‘Duruyor.’ dedi.

  ‘İşte o zırhı satıp tutarını bana getir. Fâtıma (r.anhâ ) ile nikâhınız için mehir olarak kâfi gelir.” buyurdular.” (Tabakât, 8: 20.)

  Peygamber neslinin çekirdeği; bu mübarek yuvanın kuruluşu bizzat Resûlullâh’ın (s.a.v.) eliyle olmuş, nikâhlarını o kıymıştı. Kızı Fâtıma’yı bir yanına,  Alî’yi bir yanına almış,  şöyle duada bulunmuştu: “Allâh’ım, onların her ikisine bu evliliği mübarek kıl. Allâh’ım, onlardan gelecek nesilleri mübârek eyle. Allâh’ım, onları şeytanın şerrinden koru!” sonra İhlâs ve Muavvizeteyn sürelerini okumuştu. (Tabakât, 8: 21.)

  Hz.Fâtıma (r.anhâ), ancak kendisi gibi yüce bir iman ve seçkin bir ahlâka sahip birisiyle evlenebilirdi, böyle birisi de Hz. Alî'den (r.anh) başkası olamazdı. O; ilimde, takvada, ahlakta ve asalette kendisine en yakın olan kişiyle hayatını birleştirmişti. Âlemlere nur ve irfan saçacak, Peygamberimiz’in (s.a.v.) soyunun geldiği, feyiz ve fazilet memba’ı olacak mukaddes bir yuva, böylece kurulmuştu.

  Hz.Alî (r.anh), her hususta Peygamber efendimizden (s.a.v.) en çok istifade eden sahâbilerdendi. Efendimiz (s.a.v.) onun ilminin derinliğini ifade için: “Ben ilmin şehriyim, Ali de kapısıdır. İlim öğrenmek isteyen, onun kapısından gelsin.” buyurmuştur. (Tirmizî, Menâkıb: 20.)

  Hz.Alî (r.anh), Kur’ân ilmine en çok vâkıf olan bir zattı. Hangi âyetin nerede, hangi hadise üzerine, kimin için indiğini çok iyi bilirdi. Bir konuşma esnasında, kalabalık bir topluluğa şöyle hitap etti: “Bana sorunuz. Vallâhi bana sorduğunuz her şeye cevap vereceğim! Bana Allâh’ın kitabı Kur’ân’dan sorunuz. Vallâhi hiçbir âyet yoktur ki, ben onun gece mi gündüz mü, dağda mı ovada mı indiğini bilmeyeyim...” (Tabakât, 2: 338.)

  İbadete çok düşkün olan Hz. Alî (r.anh), fırsat buldukça nafile oruç tutardı. Hz. Âişe (r.anhâ) annemizin, Hz. Alî’nin  (r.anh) ibadet hayatını anlatan şu sözü bunu teyit etmekteydi:

  Hz.Âişe’ye (r.anhâ): "Hangi kadın Resûlullâh (s.a.v.) daha sevgilidir?" diye soruldu: "Fâtıma!" dedi. "Ya erkeklerden?" denildi. "Fâtıma’nın kocası! Zira bildiğim kadarıyla Alî de çok oruç tutar, çok namaz kılar." diye ekledi. (Tirmizi, Menakıb, H.No: 3873)

  Resûlullâh’ın (s.a.v.) Hz.Fâtıma’ya (r.anhâ) olan derin muhabbeti, sadece evlat şefkati ve muhabbeti değildi, aynı zamanda davasına sahip çıkacak seyyidler neslinin başı olmasından da ileri geliyordu.

  El-Mucîb olan Allâh, habibinin bu duasına icabet etmiş, birer sene arayla bu mübarek evlilikten Peygamberin soyunu sürdürecek iki mübarek insan; Hz. Hasan ve Hüseyin (r.anhumâ) dünyaya gelmişti. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), nur torunları Hz. Hasan ve Hüseyin’i son derece sever, onları omuzlarına alır, taşırdı. Haklarında şöyle buyururdu: “Onlar benim dünyada öpüp kokladığım iki reyhanımdır.” (Tirmizî, Menâkıb: 31.)

  Ey Fâtıma kıyamet günü; ben, sen, şu iki yavru ve Alî hepimiz aynı yerde olacağız.” Buyururdu. (Üsdü’l-Gàbe, 5: 523.)

  Bu yuva artık cennetin dünyadaki iz düşümü olmuştu. İslâm ahlakı üzere yetişen Hasan ve Hüseyin (r.anhumâ)  ile taçlanmış ve Peygamber neslinin tohumu olmuştu. Hz. Peygamber (s.a.v.) bu saadetli yuvayı gördükçe sevinir; kızı Hz. Fâtıma’yı, ayakta karşılar, elini tutarak yanaklarından öper ve iltifatlarda bulunurdu. (Müslim, Fezailu’s-sahabe, 98)

Hz. Fâtıma’nın (r.anhâ) Hayatından Bazı İnciler

    Hz. Fâtıma’nın (r.anhâ)  hayatı,  bilgisi ve hikmeti ile tasavvuru ve şahsiyeti ile yol gösterici levhalarla doluydu. 

  Bir gün, Hz.Hasan ve Hz.Hüseyin  (r.anhuma) hasta olmuşlardı. Onların rahatsızlığını duyan Fahr-i Cihan Efendimiz (s.a.v.); yanına dostları Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer (r.anhuma) ve bazı sahâbileri alarak ziyaretlerine gitti. Evde Hz. Alî, Hz. Fâtıma ve hizmetçileri Hz. Fıddâ’da (r.anhum) bulunuyordu.  Sahabiler, Hz. Alî’ye: “Ey Hasan’ın babası! Evlatların iyileşirse Allah rızası için bir vaadin var mı? Onlar için bir adak düşünmüyor musun?” diye sordular.  İlmin kapısı Hz. Alî (r.anh) şöyle dedi: “Evet, yavrularıma Allah şifa ihsan ederse Allah rızası için üç gün oruç tutacağım!”

  Hz.Alî’nin (r.anh) adağını duyan şefkat timsali anneleri Hz. Fâtıma (r.anhâ) da, “Şayet gözümün nurları iyileşirse, ben de Allah rızası için üç gün oruç tutacağım!” dedi. Hizmetçileri Hz. Fıddâ  (r.anh) da aynı fedakârlıkta bulunarak efendilerinin adaklarına iştirak etti.

El-Mucîb olan Allah, onların dualarına icabet etmişti. Kısa zamanda sıhhate kavuşmulardı. Artık adakların yerine getirilme vakti gelmişti.  Aile sahura kalkıp oruç tuttu. Fakat Ehl-i Beyt’in evinde akşama iftarlarını açacak bir parça kuru ekmek dahi bulunmuyordu.

  Hz.Alî (r.anh), bir Yahudi tüccarı olan Şem’un-el Hayberî’ye giderek dört kilogram kadar ödünç arpa aldı. Eve getirdiği arpayla hanımı Hz. Fâtıma’dan (r.anhâ) ekmek yapmasını talep etti.

 Hz.Fâtıma (r.anhâ) arpanın bir kısmından ekmek yaparak sofraya koydu.  Yemeğe başlayacaklardı ki kapı vuruldu. Kapıya gelen kişi, bir fakirdi: “Ey Muhammed’in evlatları, ben Müslüman bir fakirim! Çocuklarıma yedirecek bir şeyim yok. Bir parça yiyecek verin de, Allah da sizlere cennet nimetlerini ihsan.” dedi.

 Fakirin sözlerinden Hz. Alî (r.anh) çok müteessir olmuştu. Sofradaki ekmeklerin fakire verilmesini istedi. Hepsi de Hz. Alî’nin (r.anh) bu talebini kabul etti. Ekmekleri sadaka olarak verdiler. Kendileri de iftarlarını suyla yaptılar.

 Ertesi gün Hz. Fâtıma (r.anhâ)  geriye kalan arpanın bir kısmından ekmek yaptı. Sofraya getirdi.  Tam yiyecekleri sırada kapı vuruldu. Bu defa da gelen, bir yetimdi. “Ben muhacirlerden, babası savaşta şehit düşmüş bir yetimim. Ne olur bir parça ekmek verin!” dedi.  Bu sefer de önlerindeki ekmekleri yetime verdiler. Kendileri oruçlarını suyla açtılar.

Üçüncü günün akşamında Hz. Fâtıma (r.anhâ) geri kalan arpadan ekmek pişirdi. Bu defasında kapıyı çalan, müşrik bir esirdi. “Ey Müslümanlar, çok açım, bana bir parça yiyecek verin!” diye sadaka istiyordu. Hakiki imanın zirvesinde taht kuran bu gönül erleri, önlerindeki ekmekleri bu defa da ona tasadduk ettiler. Kendileri iftarlarını o gün de suyla yaptılar.

Dördüncü günün sabahı olmuştu. Hz. Alî (r.anh), evlatlarını dedelerine götürdü. Resûlullah’ın (s.a.v.) huzuruna vardılar. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), canı kadar sevdiği göz bebeklerinin halsiz ve bitkin vaziyetlerini görünce gözleri doldu. “Yâ Alî, nedir bu haliniz?” diye sorduğunda Hz. Alî (r.anh) hadiseyi anlattı.

Evdekilerin de aynı durumda olduklarını öğrenen Efendimiz (s.a.v.) kızının yanına gitti. Eve geldiklerinde Hz. Fâtıma’nın (r.anhâ) karnının sırtına geçtiğini gördü.  Hâlihazırdaki tablo Resûlullah’ın (s.a.v.)  yüzüne hüzün çöktürdü. Fakat kendini Rabbinin yoluna adayan kul asla mahrum olmazdı, bunu çok iyi biliyordu. Tam bu hâldeyken göklerden bir haber geldi. Bu fedakârlıkları ayet ayet ölümsüzleşiyordu. Hz. Cebrâil, ilahî bir müjde takdim ediyordu: “Onlar kendi canlarının çekmesine rağmen yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler.” (İnsan Sûresi, 8.)  (Üsdü’l-Gàbe, 5: 530-531; Tefsir-i Kebir, 30: 224.)

   Hz.Fâtıma  (r.anhâ), sözün kadrini bilen bir hanımdı. Bir gün değirmen çevirmekten avuçlarının içi kabarmıştı. Eşi Hz. Alî’ye (r.anh)  avuçlarını göstererek bir çare aramasını arzu etti. Hz. Alî (r.anh), “Babana müracaat etmenin tam sırası,  Hayber’den gelenlerden bir yardımcı da sana verir.” dedi. Hz. Fâtıma (r.anhâ), âlemlere rahmetin huzuruna gitti ve durumu ona izah etti. Resûlullah (s.a.v.), “Kızım, ben onları suffe ehli için ayırdım, ancak sana ondan daha hayırlısını söyleyeyim mi?” diye buyurdu ve şöyle devam etti: “Her namazdan sonra ve uyumadan önce otuz üç defa “Subhanallah”  otuz üç defa “ Elhamdulillah” ve otuz dört defa” Allahu Ekber” deyin.” Sözün kadrini bilen Hz. Fâtıma (r.anhâ),  o kelimeleri aldı ve bir ömür bereketini gördü. (Kenz VII/66)

 Hz.Alî (r.anh) diyor ki: “O tesbihleri ömrüm boyu terk etmedim.”  Oradaki biri ölüm-kalım gününü işaret ederek: “Sıffın gecesinde de mi? “diye sordu. Hz. Alî (r.anh): “ Vallahi sıffın gecesinde de terk etmedim!”  buyurdu. (Terğib III/112)

   Tarih onların imanlarına, ilimlerine ve irfanlarına şahit olmuştur. Hz.Fâtıma’ya (r.anhâ) rahmet, onun ruhuyla yaşayanlara binlerce selâm olsun...

  Eğitimci Yazar

 Abide KURNAZ

Diğer Haberler
Bazen Bin Sevincin Veremediğini Bir Hüzün Verir
Her Kışı Bir Bahar Her Geceyi Bir Nehâr Takip Eder
Tufanlar Hasbîleri Ve Hesâbîleri Ortaya Çıkarır