Bir Mevsim, Üç Düğün
Bu yazı herhangi bir bilgi içermez. Tamamen kişisel duygularla, hiçbir mesaj kaygısı duyulmadan kaleme alınmıştır.
Hiç sevmem… Neyi diye soracak olursanız cevabım tek kelimeden oluşuyor. Düğünleri… Belki hayatımın küçücük bir bölümünde 8-9 yaşlarındayken sevmiş olabilirim. Ama sonrasında, bilhassa lise dönemi itibarıyla hiç sevmedim, sevemedim düğünleri. Hani neredeyse düğüne gideceğime dişçiye gitmeyi tercih edecek kadar sevmem bu organizasyonları. Olursa da katılmam. Ama bazı durumlarda hoşlanmadığınız şeyleri yapmanız gerekebiliyor. Oysa her sene olduğu gibi bu sene yaz başında da açıkça ilan etmiştim: “Evlenin, ama lütfen düğününüze beni davet etmeyin” diye. “Gelemem, çünkü sevmiyorum”, demiştim. Gel gör ki gerek akrabalık bağları, gerekse geri çevirmenin mümkün olmadığı bazı dostluk bağları yüzünden istemeye istemeye söz verdim düğünlerine geleceğime. Hem de üç ayrı kişiye, üç ayrı düğüne… Önce birkaç gün başım ağrıdı, mideme kramplar girdi. Sonra birkaç gece uykum falan kaçtı. Sonrasında kendi kendime telkin yaptım. “Hadi yapabilirsin, mutlu günlerinde dostların için orada bulunabilirsin, yapabilirsin, yapabilirsin,” diye… Yapabileceğime inandığımda düğün için uygun bir kıyafet almak için alışverişe çıktım. Bu noktada bir flash-back yapıp lise yıllarıma geri döneceğim. Kız lisesinde okuduğum sıralardı. Her ne hikmetse herkesin aklında aynı şey varmışcasına sıra arkadaşlarım her boş vakitte bana aynı şeyi soruyorlardı. “Hayalinde nasıl bir gelinlik var, hadi tarif etsene!” Aslında amaçları benim hayalimi öğrenmek değildi elbette, kendi hayallerini anlatmak istiyorlardı. Bu soruyla her karşı karşıya kaldığımda şaşırıyordum. Cevabım ise hep aynı oluyordu. “Bilmem ki hiç düşünmedim.” Tabi ki bu cevabımın üstüne arkadaşlarım başlardı hayallerindeki gelinliği ve düğünü anlatmaya. Öyle ki gelinliğin kumaşından başlayıp modeline kadar, sanki karşılarında usta bir terzi varmış da ona diktireceklermişçesine en ince ayrıntısına kadar anlatırlardı hayallerindeki gelinliği. O zamanlarda da şaşırırdım, hala şaşırıyorum, kızlar neden bu kadar evlilik meraklısı olurlar diye… Hiç anlamam! Hayatımın bazı dönemlerinde düğüne gider gibi şık giyinmeyi gerektiren organizyonlarla karşılaştım elbette. Mesela üniversiteden mezun olurken… Elbette mezuniyet gecesi denen o önemli gece bunlardan biriydi. Ama ben ne yaptım? Katılmadım. Çünkü ben “salon tipi” biri değildim. Hiç öyle gece elbiselerine, tuvaletlere falan hevesim olmadı benim. Haliyle giysi dolabımda bu yaşıma kadar hiç gece elbisem de olmamıştı. Hayatımda bir ilki yaşamak üzere alışverişe çıktım. İlk kez gece elbisesi alacaktım. Daha önce mağazaların “abiye” satan bölümlerine hiç uğramamıştım. “Parti kıyafeti” ve “abiye” satan dükkanları meraklı meraklı gezindim. Gerçekten bir kızın kendisini masal prensesi gibi hissetmesini sağlayacak güzellikte elbiseler vardı. Tüllü, pullu, şifon, saten, pembeli morlu, envai çeşit elbisenin hepsinde aklım kaldı desem yalan olmaz. Ama tabi nihayetinde “teenager” değildim, yaşıma, başıma, kariyerime, duruşuma, en çok da ideolojime uygun düşecek bir elbisede karar kıldım. Siyah bir elbise aldım. Yıldızları kıskandıracak güzellikte, kendinden ışıltılı simsiyah bir tuvalet. İtiraf edeyim, elbisemi çok beğenerek aldım. Kendimi içinde harika hissettim. Üstümden hiç çıkarmak istemedim. Bayramlık çocuklar gibi giyip oturdum. Ne var ki elbise alışverişi yaptığım dönem tam da ülkemin müthiş bir karışıklık içinde olduğu dönemdi. Darbe olayının ertesiydi. Yarınlara duyulan müthiş bir güvensizlik vardı ve ben de bu tatsız hislerle alışveriş yapmıştım. “OHAL’de düğünler iptal oluyordur belki,” diye düşündüm; “ya yarın savaş çıkarsa, elbiseyi savaşta mı giyeceğim” diye düşündüm. “Ölürsem bu elbiseyle gömüleyim bari,” diye düşündüm. Düşündüm de düşündüm. Düğün vakti geldi çattı. Birinci düğün “plaj düğünü” olarak adlandırılan, kumların üstünde, deniz kıyısında, sahil kenarındaki bir düğündü. Midem ağrıyarak da olsa kalkıp gittim. Bütün gece eğlenen insanları izledim, düğün sahiplerinin belki de aylarca gece-gündüz uğraşıp hiçbir ayrıntıyı atlamamak için büyük stres yaşadıkları kuşku götürmeyen “kusursuz” organizasyonları içinde dünya evine girişlerine şahitlik ettim. Topu topu birkaç saat süren bir olay için bu kadar strese, masrafa, tantanaya ne gerek var diye düşünmeden edemedim. Etrafta dört dönen penguen kılıklı garsonların yerine gökyüzünde tabak gibi parlayan Dolunay’ın altında birkaç şahidin eşliğinde “evet” denemez miydi sanki? İkinci düğün bir “ada düğünü” idi. Özel bir gezi teknesiyle alınıp adaya taşınan her biri Holywood yıldızı havasındaki davetlilerin adaya ulaşmasının ardından her şeyin kusursuzca planlandığı düğün organizasyonu bir saat gibi işlemeye başladı. Nedimelerden, beyaz güvercinlere, gelin-damat dansından seçilen müziklere kadar, aklınıza gelen gelmeyen her şeyin kusursuz olduğu organizasyon boyunca ben yine bir köşede oturup bütün gece çevremi izledim. Kendi hayatımı düşündüm, gelinlik düşü kuran arkadaşlarımı, onların bir bir evlenip, çoluk çocuğa karışmalarını düşündüm. Aslında herkes düşünü kurduğu şeyi yaşıyordu. Hayalini kurmadığı hiç bir şeyi yaşamıyordu insan. Ben hiç düğün düşü kurmamıştım mesela. Sonra halay çeken insanları izledim. Hayatım boyunca hiçbir grubun, örgütün, cemaatin ya da –izm’in bir parçası olmamıştım. Her daim uyumsuz bir bulut gibi hep sıra dışı, aykırı, anlaşılamayan, hiç bir yere ait olmayan biri olmuştum ben. Şimdi düğünde halay çeken neşeli kalabalığa mı dahil olacaktım? Tabi ki yine halayın bir parçası olmadım, olamadım. Ve üçüncü düğün geleneksel bir kır düğünüydü. Şehrin içinde ama şehirden uzak, çimenlik bir alanda, kocaman fiyonklarla süslenmiş sandalyeler, üzeri beyaz örtülü masalar, elindeki mikrofonla ses kontrol denemeleri yapan müzisyeniyle tam da alışık olduğumuz bir düğün görüntüsü vardı önümde bu defa. Davulcusu, zurnacısı, assolisti ve en güzel elbiselerini giymiş genç-yaşlı davetlilerin katıldığı, bir önceki düğünlere göre çok daha informal olan ve benim de kendimi çokça rahat hissettiğim ve harmandalı yapan güzel kızların arasına karışmamak için kendimi zor tuttuğum güzel bir düğün oldu. Katıldığım üç düğün organizasyonu da birbirinden farklıydı. Tek ortak noktası gelinlerin çok ama çok mutlu oluşlarıydı! Damatlar ise genellikle tedirgin, “nereden düştüm ben bu ortama” diyen bir yüz ifadesi içindeydiler. Allah tüm evlenenleri mesut etsin. Her şeyi ince ince düşünen, sorgulayan, analiz eden, muhasebe hesapları yapan benim gibiler için düğünler büyük fırsat. Kendi adıma hayatla ilgili o kadar çok neticeye vardım ki… Onlar da başka bir yazının konusu olsun. Yazının başında da dediğim gibi, bu yazıdan bilgilendirici bir sonuç beklemeyin. Size sadece elbisemi anlatmak istedim, bir de düğün izlenimlerimi. Hepsi bu…
- Oda Orkestrası ve Kur'an Orkestra için şef ne demekse, insanlık için de peygamber o deme... Eklenme: 13 Eylül 2016
- Ben Filistinim! Toplum olarak unutmaya meyilliyiz. Oysa acıları, suçları ve suç... Eklenme: 28 Mayıs 2016
- Düalite - Hayatın Gerçeği (mi?... Şunu biliyorum ki, ne Yaratıcının ne de evrenin benim yapacağım... Eklenme: 24 Kasım 2015
- Ne oldu sana? Bendeniz imza günü sahibi olarak giriş kapısının hemen sol tara... Eklenme: 30 Ekim 2015
- Zıtların Dünyası Dünyadaki durumumuz denizde yaşayan balıkların sudan habersiz y... Eklenme: 20 Ekim 2015
- Kehf Uyanıyor! Yemliha, Mekselina ve Mislina, Ve Mernuş, Debernuş ve Şazenuş... Eklenme: 24 Haziran 2015
- Çiçeğin adı gül, Şehrin adı İs... Gül çiçeklerin ortak adıdır. Eklenme: 13 Ocak 2015
- Otuz üç! Otuz üç, Doksan dokuzluk bir tespihin üçte biri, ilk nişane dur... Eklenme: 15 Aralık 2014