Bedenimizi oluşturan her uzvumuzun kendine ait ve vazgeçilmez vazifeleri vardır. Her uzuv kendi bütünlüğü dışında birde vücudumuzun bütünlüğünde önemli bir yere sahiptir. Kendinize bir sorun. Acaba en önemli uzvunuz hangisi? Beyniniz, kalbiniz, ciğerleriniz, mideniz, eliniz, yüzünüz… Her birisi bizim için çok ama çok önemli değil mi? Peki bu uzuvlarımızın önemi nerden kaynaklanıyor. Acaba varlığımızı devam ettirmedeki fonksiyonlardan mı, yoksa uzuvlarla meydana getirdiğimiz harikulade eserlerden dolayı mı? Kalbimizin değeri vücudumuza kan pompalaması mı? Ya da vicdanımızın, aşkımızın, imanımızın merkezi olmasından dolayı mı? İşte bu ve benzeri örnekleri bir hayli çoğaltabiliriz. Ve bu uzuvların her biri ile ilgili uzun uzun konuşabiliriz; ancak biz bu gün bu uzuvlarımızdan sadece biri ile ilgileneceğiz. O da KEMİKSİZ.
Derviş yunusun sözü ile başlayalım, diyor ki Yunus Emre: “Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı.” Bu sözden sonra artık neyden bahsedeceğimiz anlaşılmıştır sanırım. Vücudumuzda öyle bir uzuv var ki bizim birbirimizle olan ilişkilerimizin temelinde, merkezinde yer alıyor. Hani denir ya ….koklaşa koklaşa, insanlar konuşa konuşa. İşte bizim konuşarak anlaşmamıza veya söverek kavga yapmamıza, derdimizi anlatmamıza veya başımıza dert almamıza, sorunları çözmede aracı olarak kullanabildiğimiz gibi sorun yaratmaya da sebep olabilen, birlik ve beraberliğimizi sağlamada veya var olan birliği bir söz ile dağıtmamıza, sihirli bir söz ile karşımızdakinin gönlünü kazanabileceğimiz gibi yine bir söz ile kaim dostlukları veya büyük aşkları kaybetmemize sebep olabilecek bir uzuv yani DİL.
Küçücük bir et parçası olsa bile şaheserler yaratmaya veya bizi yerin dibine batırmaya yetecek bir güce sahiptir dilimiz. Tek fonksiyonu yediğimiz şeylerin tatlı mı yoksa acı mı, ekşi mi, tuzlu mu vs. olduğunu ayırmak olmayan dilimiz, sözlerimizin kelimeye aktarılmasındaki en büyük araçtır.
Eğer biz bu uzvu kontrol edebilirsek ve yerinde kullanabilirsek bizim için tam bir saadet kaynağı olur. Ama kontrolsüz olarak kullanırsak bizim için sıkıntı ve dertlerin ulu sebebi olur. Hani bir zamanlar devrin sultanı bir rüya görür ve rüyanın yorumlanmasını ister. En büyük tabirciden en ücra yerlerdeki tabircilere kadar hepsi ayrı ayrı sultanın huzuruna çıkarılır. Rüya anlatılır ve tabircilerin tabirleri dinlenir. İlk yorumcu: Sultanım siz zannımca evlatlarınızdan önce öleceksiniz, onlarda sizin malınıza, tahtınıza konacak ve aralarında paylaşacaklar der. Bu tabir sultanın hoşuna gitmez ve tabirci kellesinden olur. İkinci, üçüncü, dördüncü… tabirciler de maalesef aynı veya aynıya yakın yorumlar yapınca onlarda başlarından olurlar. Kendi halinde garip bir dervişe sıra gelince derviş bakar ki herkes başından oluyor, başını kurtarma telaşına düşer. Sultan rüyayı anlatır derviş bakar ki yorumlar doğru ama o da aynısını söylerse başından olacak, bunun üzerine sultana derki: Sultanım maşallah pek güzel, pek mübarek bir rüya görmüşsünüz. İnşallah Allah size uzun bir ömür, güzel bir saltanat verecek ve bu dünyada hiç evlat acısı çekmeyeceksiniz. Cevap sultanı memnun eder ve derviş hem bir kese altın kapar hem de başını kurtarır. Hikayenin son kısmındaki cevabı iyice okuyunca aslında son cevap ile ilk cevaplar arasında hiçbir fark yok. Hepsinin neticesi aynı yere çıkıyor. Ama sözü söylemede gösterilen hassasiyet başın kurtulmasına vesile oluyor. O halde bize düşen bin kere düşünüp bir kere konuşmak ve doğru konuşmak, zamanında konuşmaktır. Hz. Ali’nin dediği gibi: Bir sözü söylemeden önce o söz benim esirimdir; ama söyledikten sonra ben onun esiri olurum.
Son olarak; unutmayalım ki asıl marifet doğru sözlü olmak değil, doğru sözü, doğru yerde, doğru zamanda, doğru kişiye ve doğru biçimde söylemektir.